Ingeborg Bachmann’in Siirlerinde Heidegger ve Wittgenstein Felsefelerinin Izlekleri | Author : Gökhan Sefik Erkurt | Abstract | Full Text | Abstract :Kültürel dünyanin en önemli dinamiklerinden biri olan edebiyat, felsefi anlamda ele alinip yorumlandiginda sadece sanat sahasi
olmakla kalmayip bir düsünce sahasina dönüsür. Edebiyat eserini üreten sanatçinin düsünceleri, felsefe ile olan bilimsel bagi, eserin yazildigi dönem ve sartlar bu yorumlamada çikis noktalari olabilir. Alman edebiyati tarihinde felsefe ile bagi olan birçok yazar
ve saire rastlanir. Ikinci Dünya Savasi sonrasinin önemli yazar ve sairlerinden biri olan Ingeborg Bachmann da felsefe ile dogrudan bagi olan bir edebiyatçidir. Bachmann, siirlerinde insanin varolusuna, dil ile varolus arasindaki bagintiya, var olmanin ve
varligin sikintisina kendi düsünce dünyasinin gelisim süreçlerinden izler tasiyan öznel diliyle deginir. Bu makalede Bachmann’in
temel yasam düsüncesini olusturan yasam sartlari, kültürel alan, yasadiklari, insan iliskileri, egitimi dikkate alinarak siirlerinde
Wittgenstein ve Heidegger felsefelerine yönelimlerinin gözlemlenmesi amaçlanmistir. Çalismanin amacina yönelik olarak Bachmann’in siirlerinde, Wittgenstein’in dil felsefesi ile Heidegger’in varlik (Sein) üzerine olan düsüncelerinin izleri sürülmüs ve eklektik bir yaklasim sergilenerek edebiyat bilim alanindaki Felsefeye Dayali Inceleme ve Pozitivist Inceleme yöntemleriyle yorumlanmistir. Siirlerinde, Heidegger ve Wittgenstein’in düsüncelerinden izlerin oldugu gözlemlenmistir. Bachmann’in, insanin var olma
ve düsünme süreçlerini; kendi dilsel varligi ve nesneler dünyasi araciligiyla tanimlamaya çalistigi yönünde kanaate varilmistir. |
| Prof. Dr. Abdulkuddüs Bingöl Hayati ve Felsefesi | Author : Ali Utku | Abstract | Full Text | Abstract :Prof. Dr. Abdulkuddüs Bingöl felsefe, mantik, Islam felsefesi, dil felsefesi ve iletisim felsefesi gibi alanlarda çalismalar gerçeklestirerek, bu alanlarin birbiri ile baglantisini kurmustur. Bu baglamda önemli eserler vererek bu alanlarin gelisim sürecine katkida
bulunmustur. Abdulkuddüs Bingöl ilgilendigi alanlardaki eksikleri tespit ederek, bu eksikleri temin etmek için çaba sarf etmis
bir düsünürdür. Dolayisiyla eserleriyle hem günümüze hem de gelecege isik tutmaktadir. Bingöl, mantik alanindaki eksikligi “dil”
kavrami üzerinden temellendirir. Zamaninda Arapça olarak yazilmis çogu eser bugün anlasilmasi güç olan eserlerdir. O halde,
bütün bu önemli fakat anlasilmasi güç eserler hakkinda arastirma yapilmali ve bu eserler yararlanilacak duruma getirilmelidir. Bu
amaçla arastirmalarini yapmaya ve eserlerini yazmaya baslayan Bingöl; Aristoteles, Farabi ve Ibn Sina gibi filozoflardan hareketle
Gelenbevî’nin Islam Tarihi’ndeki önemine isaret eder. Bingöl, eserlerini yazarken oldukça anlasilir ve açiklayici bir dil kullanimina önem verir. Çünkü mantik, dil, felsefe ve iletisim arasinda öyle bir etkilesim vardir ki, bu etkilesim yasama yansimaktadir.
Dolayisiyla yasami ve eserleri anlayabilmek için bu alanlar arasindaki etkilesimin bilincinde olmak gerekmektedir. |
| Salgindan Ögrenmek: Birey-Toplum Ikilemi | Author : Harun Tepe | Abstract | Full Text | Abstract :Yasadigimiz küresel salgin bizi bir kez daha birey-toplum iliskisi üzerinde düsünmeye zorladi. Özgürlügü bir kisi hakki olarak
görenler salgin için alinmasi gereken önlemlere karsi çikiyorlar. Bu da kendileri de içinde olmak üzere herkesin hayatini tehlikeye
atiyor. Salgin için alinan tedbirlere uymayanlar, birlikte yasadiklari aile büyüklerinin ve çalisma arkadaslarinin ölümüne yol
açiyorlar. Bunu da özgürlük adina savunuyorlar. Bu yazida birey-toplum ikilemi, “birey mi toplum mu önceliklidir?” sorusu üzerinde duruluyor. Bu da felsefe tarihinde kisa bir yolculukla, Aristoteles, I. Kant ve M. Horkheimer’in bu ikileme iliskin görüsleri ve
Kuçuradi’nin özgürlük çözümlemesinden hareketle yapiliyor. Birey-toplum ikileminin, çikarlari merkeze alan bir bakis açisindan
ve “özgürlük kisinin istedigini yapmasidir” biçiminde anlasilan sorunlu bir özgürlük anlayisindan kaynaklandigini göstermeye
çalisiyor. Çikarlar degil de haklar merkeze alindiginda, bir kisinin haklarinin korunmasinin, diger bireylere ve topluma zarar
vermeyecegi; bireylerin ancak digerleri ve toplumla birlikte kendileri olabilecekleri, özgürce yasayabilecekleri ileri sürülüyor. Sorunun ya da ikilemin bireysellik ile bireyciligin veya bencilligin karistirilmasindan kaynaklandigi temellendirilmeye çalisiliyor. |
| Islâm Mantik Geleneginde “Olan-Olmayan” Formundaki Ad Kavramlarin Çelisiklik Bagintisi Üzerine Bir Inceleme | Author : Haci Kaya | Abstract | Full Text | Abstract :Olgusal ya da düsünsel bir varligin zihindeki resimleri olan anlamlara isaret eden sözcüklerin içerikleri dogrudan bu anlamlarla,
dolayli olarak da varligin kendisiyle tayin edilmektedir. Burada günlük dildeki sözcükler, sosyo-kültürel olandan uzaklasarak
onto-epistemik olanla ve ondan yana bir içerik kazanmaktadir. Bu andan itibaren ontolojik bir anlama isaret eden sözcükler
terimlere dönüsmektedir. Süphesiz klasik felsefede ontolojinin merkezinde duran ve gerçeklik algisini belirleyen temel referans,
esasta çelismezlik ilkesidir. Buna dayali olarak baginti türlerinden biri de çelisiklik bagintisidir. Çelismezlik ilkesi geregi iki çelisik
olandan biri kesin olarak dogru iken digeri yanlis olmak zorundadir. “Baginti” her ne kadar önermelere özgü olsa da biz, kimi
kavramlari dile getirdigimizde bunlar arasinda da bir bagintinin oldugunu algilariz. Iliskili kavram çiftlerini birlikte düsünmemizin gerekçesini yine onto-epistemik bagintiyla izah edebiliriz. Fakat kavram çiftleri arasindaki bagintilarin ayni türden baginti
olmadigini da fark ederiz. Mantikçilar, bu bagintilar arasindaki ayrimi ortaya koymak için kavram çiftleri arasinda görelik, zitlik,
sahiplik ve yoksunluk, tasdîk ve inkâr karsiolum bagintisinin oldugunu ifade etmislerdir. Görelik, zitlik, sahiplik ve yoksunluk
karsiolum bagintisinda bir kapalilik yoktur. Kapalilik tasdîk ve inkâr karsiolum bagintisinda, üstelik de bunun “çelisme” diye adlandirilmasinda bulunmaktadir. Arastirmamiz sözü edilen kapaliligi, Islâm mantik gelenegi içinde açik kilmayi hedeflemektedir. |
| Kant’ta Siyasetin Ahlakilestirilmesi | Author : Lokman Çilingir | Abstract | Full Text | Abstract :Kant’in pratik sahadaki düsüncelerinin teorik felsefesinin gölgesinde kaldigi ve bilhassa siyaset felsefesi konusunda bir Kopernik
Devriminden söz etmenin pek mümkün olmadigi yönünde görüsler bazi elestirmenler tarafindan sikça dile getirilmektedir. Onun
siyaset kuraminin Hobbes ve Rousseau’nun düsüncelerinin yeniden yapilandirilmasi oldugu iddialari da bu baglamda degerlendirilebilir. Kant’in siyaset kuraminin onun transendental felsefesinden bagimsiz olarak düsünülemeyecegi dogrudur. Zira onun
teorik ve pratik felsefesi arasinda köprü görevi gören özgürlük ve özerklik kavramlari siyaset felsefesi için de belirleyicidir. Kant
bu amaçla doga durumu ve toplum sözlesmesi kavramlarini kendinden öncekilerden farkli yorumlayarak yeni bir toplum ve tarih
felsefesi taslagi ortaya koyar. Baris kavrami ilk defa onunla birlikte felsefi bir çerçeveye kavusur ve ahlak yasasi temelinde biçimlenen
hukuk ilkeleri devletlerarasi çatismalari ortadan kaldirmak ve evrensel barisi insa etmek için yeniden yapilandirilir. Buna ragmen
Kant’in pratik felsefesinin ilke ve tutumlarinin siyasi sahada sorunsuz olarak islerlik kazandigini ileri sürmek pek kolay görülmemektedir. Öte yandan hukuki bir temelde ortaya konulan dünya vatandasligi kavraminin kozmopolit etik bir topluluga evrilmesi,
daha dogrusu ahlaki talepleri karsilayacak nitelige kavusmasi konusunda güçlükler mevcuttur. Aydinliga kavusturulmasi gereken
bir diger nokta da, dönemin Almanya’sinin henüz olgunlasmayan toplumsal ve tarihsel sartlarinin Kant’in sistemi üzerindeki
etkileridir. Amacimiz öncelikle Kant’in siyaset kuramini, onun elestirel yöntemi ve tarih ve toplum görüsleri isiginda bir degerlendirmeye tabi tutmaktir. Bunu yaparken siyasete iliskin ilk dönem risaleleriyle birlikte bilhassa son dönem eserleri olan Ebedi
Baris ve Ahlak Metafizigi hareket noktasi olarak alinacaktir. Nihayet Kant’in siyaset kuramina yönelik itirazlarin haklilik payi
tartismaya açilacaktir. |
| Heisenberg Belirsizlik Ilkesindeki ‘Belirsizlik’ | Author : Semra Uçar | Abstract | Full Text | Abstract :Kuantum fiziginin temel ilkelerinden biri olan ‘belirsizlik ilkesi’ Alman fizikçi Werner Heisenberg tarafindan, 1927 tarihinde
ortaya atilmistir. Belirsizlik ilkesi, fiziksel anlamda elektron gibi bir atom alti taneciginin bazi özelliklerinin ayni anda sonsuz
hassaslikla ölçülemeyecegini belirtir. Aralarinda belirsizlik iliskisi oldugu bilinen çiftlerden biri momentum –konumdur. Ilkeye göre atom alti bir parçacigin konumu ne kadar az belirsiz ise momentumu o kadar fazla belirsiz olacaktir. Bu iliskinin tam
tersi de geçerlidir. Ölçümün yapildigi sira, sonucu degistirmektedir. Heisenberg belirsizlik ilkesinin matematiksel yapisinin ortaya koydugu bu sonuca göre, evren ile ilgili bilebileceklerimizin bir siniri vardir. Belirsizliklerin temel nedeninin dalga-parçacik
ikiligi oldugu görüsünü kabul eden Heisenberg, durumun evrenin fizik yapisinin bir özelligi olarak ortaya çiktigini ve sadece
ölçümden kaynaklanmadigini ileri sürmüstür. Böyle bir sonucun süphesiz felsefi yansimalari olmustur. Günümüzde da belirsizlik
ilkesinin ortaya çikardigi evren tablosu, fizikçiler ve filozoflar tarafindan hala tartisilan bir konudur. Bu çalisma, söz konusu felsefi
yansimalari, ontolojik ve epistemolojik olarak degerlendirmeyi amaçlamaktadir. |
| Ahlaki Statü Kavrami ve Teorileri | Author : Murad Omay | Abstract | Full Text | Abstract :Ahlaki statüye (ahlaki konuma veya ahlaki öneme) sahip olmak, ahlaki faillerin ahlaki yükümlülüklere sahip oldugu veya sahip
olabilecegi bir varlik olmaktir. Ahlaki statüye sahip varliklar belirli ahlaki haklara sahiptirler; onlara ahlaken yanlislik yapilabilir.
Kavram, 1970’lerdeki tibbi etik, hayvan etigi ve çevre etigiyle ilgili uygulamali etik tartismalarindan dogmustur. Sonrasinda o,
basta biyoetik olmak üzere uygulamali etigin tartismalarinda önem tasimaya devam etmistir. Hangi varliklarin, hangi gerekçelerle ahlaki statüye sahip oldugu konusunda, ahlaki faillik teorisi, genetik insanlik teorisi, hissedebilirlik teorisi, organik hayat
teorisi, biyososyal teori vb. gibi birçok ahlaki statü teorisi ileri sürülmüstür. Bu çalismada, ahlaki statü kavramini ve teorilerini inceleyecegiz. Bunun için çalismayi üç bölüme ayiracagiz. Ilk bölümde ahlaki statü kavraminin tanimini, ortaya çikisini ve
önemini inceleyecegiz. Daha sonraki bölümde ahlaki statü teorilerini, düzeyli ile düzeyli olmayan, dereceli ile dereceli olmayan ve
tek-kriterli ile çok-kriterli olarak siniflandirarak inceleyecegiz. Son bölümdeyse, bu türleri karsilastirarak degerlendirmeye çalisacagiz. Bu degerlendirme sonucunda, dereceli ahlaki statü teorilerinin, dereceli olmayan ahlaki statü teorilerine göre daha makul
gibi göründügünü iddia edecegiz. |
| Euthyphron-Ikilemi: Ahlak ve Ilahi Irade Iliskisi | Author : Muhammet Sait Duran | Abstract | Full Text | Abstract :Tanri ve ahlak arasindaki iliskinin, en geç Platon düsüncesinde felsefesi bir hüviyet kazanmis oldugu söylenebilir. Platon, bu
meseleyi Euthyphron diyalogunda felsefi bir problem haline getirmistir ve Tanri ve ahlak iliskisini paradoksal olarak ele almistir.
Çagdas dünyada bu ikilem, “Tanri bir seyi iyi/ahlaki oldugu için mi buyurur; yoksa Tanri bir seyi buyurdugu için mi o sey iyi/ahlaki olur” sorusunda kendini bulmustur. Ahlakin nedensel kökenini sorgulayan bu soru, ahlak metafiziginin en temel konularindan birini olusturur ve felsefe ve teolojinin ortak bir alanini teskil eder. Bu makalede, öncelikle Platon’un Euthyphron-ikilemini
diyalogunda nasil ortaya kondugu analiz edilmistir. Ikilem ayrica onun felsefesindeki metafizik arka planini teskil eden Tanri ve
Iyilik Idesi iliskisi çerçevesinde incelenmistir. Daha sonra ikilemin, tarihi süreçte ahlak düsüncesindeki temel degisimine kisaca
isaret edilmistir. Bu degisim, ahlak metafizigindeki iki paradigma degisimi çerçevesinde degerlendirilmistir. Tanri ve ahlak tasavvurunda köklü degisimlerden birincisi, Ibrahimi dinler baglaminda gelisen mutlak Ilah anlayisinin felsefeye hâkim olmasidir.
Ikincisi ise, özerk aklin Yeniçag felsefesinde ahlak düsüncesine girmesidir. |
| Thomas Hobbes’da Toplum Sözlesmesi, Egemenlik ve Uyrukluk: Egemenin ve Uyruklarin Hak ve Yükümlülükleri Nelerdir? | Author : Bekir Geçit | Abstract | Full Text | Abstract :Bu çalismada, Hobbes’un toplum sözlesmesine dayali olarak egemenin ve uyruklarin hak ve yükümlülükleri tartisilmaktadir.
Hobbes’a göre insan dogasi geregi bencil bir varliktir. Doga durumunda herkes esit ve kendi çikarlari pesinden kostugundan
sürekli bir savas hali bulunmaktadir. Güvenligin saglanmasi ve baris ortaminin insa edilmesi, ancak bir sözlesmeyle insanlarin
kendi haklarini bir egemene devretmeleri ve devleti kurmalariyla mümkündür. Devletin kurulmasiyla birlikte, eylemleri ve kararlari denetimden bagimsiz olan ve yönetimi elinde bulunduran tek güç, egemen güçtür. Egemen hiçbir kararindan ve eyleminden
dolayi suçlanamaz ve adaletsiz olarak görülemez. Uyruklarin egemene itiraz etmeleri ve onu görevden uzaklastirmaya çalismalari
ise, sözlesmeye aykiri oldugundan adaletsizliktir. Onlar için yapilmasi gereken tek sey, sözlesmeye bagli kalmak ve egemenin
buyruklarina uymaktir. Öte yandan, herkesin yükümlü oldugu diger bir temel ödevi ise, kendi varligini korumaktir. Dolayisiyla,
bir uyrugun devletin ve egemenin buyruklarina uymasi gerektiginin baglayiciligi, ancak hayati tehlike içermedigi sürece geçerlidir. Demek ki, bir toplumda hak ve ödev arasinda bir denge olmasi gerekir. Oysa Hobbes’un toplum sözlesmesi ögretisinin temel
amaci denetimden bagimsiz bir egemene mesru bir dayanak olusturmaktir. Onun toplum sözlesmesi sadece egemen için yeterli
haklar saglamaktadir. |
| Dil Felsefesi Baglaminda Fuzûlî’de Üç Kelime: “Kalem Olsun, Kîl ve Kâl” | Author : Mehmet Malik Bankir | Abstract | Full Text | Abstract :Dilin düsünceyle olan baglantisi, Eski Yunan filozoflarindan beri, önce felsefenin daha sonra da özellikle on dokuzuncu yüzyildan
itibaren dil biliminin temel konularindan biri olmustur. Dil ve düsünce iliskisi yirminci yüzyildan itibaren de tibbin özelikle
nörolojinin ilgilendigi daha sonra da diger bilim dallarinin da kendisinden çok faydalandiklari bir bilim dali hâline gelmis, dil
bilimi temelinde birçok bilim dali ortaya çikmis, dil ve dil bilimiyle ilgili birçok teori ortaya atilmistir. Öyle ki zamanla milletler
stratejilerini milletlerin dillerine göre belirlemeye baslamislar. Çünkü milletlerin olusumunda ve hayatlarinda dil ve dinin rolü göz
ardi edilemeyecek kadar fazladir. Hatta Malinowski’ye göre dil, düsüncenin bir onaylayicisi dolayisiyla edilgeni degil, bir aksiyon
türü, bir etkenidir. Bu çalismada Fuzûlî’nin kullandigi “kalem olsun, kîl ve kâl” kelimeleri üzerinde duruldu. Giris bölümünde
dilin felsefi boyutu üzerine kisa bir bilgiden sonra bu kelimelerin, Fuzûlî’nin incelemeye tâbi tutulan metinlerinde nasil ve ne sekilde kullanildigi incelendi. Bu kelimelerin sözlüksel, dil bilgisel, kültürel ve baglamsal anlamlari incelenmeye çalisildi. Incelemede
kalem kelimesinin bilinen manasinin yaninda “kirmak, kirilmak, budamak, kurumak…”; kâl(e) kelimesinin Arapça dil bilgisi
kuralina göre “etken geçmis zaman görevinde dedi”; kîl(e) kelimesinin “edilgen geçmis zaman görevinde den(il)di” anlamlarinda
da kullanildigina dikkat çekildi. Yapilan inceleme sonucunda Fuzûlî i’nin bu kelimeleri kullanirken Türkçenin yaninda Arapça ve
Farsçanin inceliklerine vukufiyeti, Türk kültürüne ve Türk dilinin nezaketine hâkimiyeti görüldü. |
| On the Experience of Sublime: An Examination between Western Sense of Sublime and Japanese Kami (?) | Author : Elif Elçi ve Engin Yurt | Abstract | Full Text | Abstract :In this study, it has been tried to make an examination between a concept from western history of philosophy and aesthetics -the
concept of sublime- and its counterpart (if not so counterpart, but the possible idea that holds the essential meaning and experience
of the sublime in its sense) within the East-Asian intellectual and cultural world namely, Kami (?).In first chapter, the historical
progress of the western sublime has been tracked and analyzed. The historical change of the notion of sublime in Western culture
has been followed and investigated. Its aesthetical roots and connotations have been clarified. By this, the concept’s relation with
the concepts like nature, the self, and the relation between nature and self are problematized and taken into consideration. The
accounts of sublime regarding the idea of excess, transcendence, a sort of withdraw-repel relation have been criticized in order to
understand the specific emphasizes on the notion during its historical changes. In the second chapter, Japanese religion Shinto and
its effects on the Japanese aesthetics have been investigated. By this investigation, the meaning and usages of the belief kami(and
its connotation within metaphysics and ontology) are deconstructed regarding the notion of sublime in Japanese cultural and
intellectual world. Through some semantic, etymological and grammatical analyzes, the examination reaches to the point where
the connection between the western sublime and Japanese kami has been cleared. In the conclusion, the phenomenality within
Japanese aesthetics has been revealed through the interrelation between kami and sublime. |
| Spinoza’nin Siyaset Felsefesinde Ifade Özgürlügü Sorunu | Author : Nuriye Merkit | Abstract | Full Text | Abstract :Bu makale, Spinoza’nin ifade özgürlügüne dair sundugu çözüm önerilerini açiga çikarmayi amaçlamaktadir. Spinoza’nin siyaset felsefesinin ana temalarindan biri ifade özgürlügüdür. Hatta onun Teolojik Politik Inceleme adli eseri bir ifade özgürlügü
savunusudur. Ifade özgürlügü sorunuyla kendi özel yasaminda da agir bir sekilde karsilasmis bir düsünür olan Spinoza’nin söz
konusu soruna yönelik realist tavri ve sundugu çözüm önerileri oldukça dikkat çekicidir. Ifade özgürlügü sorunu neredeyse her
çag ve toplumda karsimiza çikan evrensel bir sorundur. Çag veya kültür farkliliklari nedeniyle bu sorun her toplumda farkli
sekillerde tezahür etse de sorunun temeli neredeyse her zaman ayni kalmistir. Bu baglamda su soruya cevap aranmalidir: Ifade
özgürlügünün siniri en iyi devlette nereye kadar genisler? Spinoza’nin bu soruya verdigi cevap ve ifade özgürlügü sorununa dair
sundugu çözüm önerileri günümüzde de pratik etkilerini koruyor olabilir. Ona göre devletin amaci ve varolus nedeni özgürlüktür. Dolayisiyla ifade özgürlügünün ortadan kalkmasi durumunda devletin varolus nedeni de ortadan kalkar. Bu nedenle ifade
özgürlügü hakki kisi tarafindan devletin güvenligini ve toplumun birligini tehlikeye atmaya yönelik biçimde kötüye kullanilmadigi sürece engellenmemelidir. |
| McGinn’in Bilissel Kapalilik Tezinin Bir Degerlendirmesi: Erisim ve Anlama | Author : Pakize Arikan Sandikçioglu | Abstract | Full Text | Abstract :Colin McGinn, zihin-beden probleminin dogalci bir çözümü oldugunu düsünmesine karsin, bu çözümün sahip oldugumuz bilissel yetilerin ötesinde oldugunu iddia etmektedir. “Transandantal dogalcilik” adini verdigi bu görüse göre, beyin gibi biyolojik bir
organdan bilinç gibi bir olgunun ortaya çikmasina neden olan nitelik tümüyle dogaldir ancak ne algi yoluyla ne de içebakis yoluyla
insanin bilissel erisimine açiktir. Bu baglamda zihin-beden problemi ontolojik degil epistemolojik bir problemdir. Öte yandan,
McGinn’in bu dogalci ve gizemci pozisyonu çesitli biçimlerde elestirilmektedir. Bu çalismada Michael Vlerick ve Maarten Boudry
tarafindan öne sürülen ve temelde McGinn’in bilissel kapalilik tezini hedef alan epistemolojik elestiri ele alinacaktir. Bu elestiriye
göre, McGinn’in öne sürmüs oldugu gerekçeler bilissel kapalilik tezini, yani bilincin kaynagina bilissel erisimin olmadigini göstermekten uzaktir. McGinn’in gösterdigi sey yalnizca zihin-beden problemine iliskin bir çözümün özne tarafindan kavranamadigi
ve anlasilamadigi anlamina gelen psikolojik kapaliliktir. Ancak Vlerick ve Boudry’ye göre, psikolojik kapalilik bilissel kapalilik
için ne gerekli ne de yeterlidir. Bu baglamda, bu çalismada McGinn’e karsi sunulan bu itirazin, dayandirilmis oldugu “temsili anlama” kavraminin bilissel erisim için yetersiz oldugu ve “psikolojik anlama” olarak adlandirilan özneye içsel bir kavrayisin bilissel
erisim için gerekli kosul oldugu gösterilmeye çalisilacaktir. |
| Sagduyu ve Felsefe Üzerine: Sagduyu Yok Sayilabilir mi? | Author : Egemen Seyfettin Kuscu | Abstract | Full Text | Abstract :20 yüzyilda özellikle analitik felsefe geleneginde önemli dönüsümler yasanmistir. Öncelikle dilsel bir dönüs yasayan tartismalar
sonrasinda metafizik bir dönüsümün yasanmasina yol açmistir. Bu tartismalar sonucunda farkli ontolojilerin bir arada ortaya
çiktigi canli bir felsefi tartisma ortami dogmustur. Bu farkli ontolojilerin degerlendirildigi yeni bir alan olarak metametafizik
ortaya çikmis ve metafizik yapmanin yöntemi, farkli metafizik sistemlerin iliskileri tartisma konusu olmustur. Farkli ontolojiler
farkli kategorilestirme sistemleri kullanarak farkli gerçeklik yorumlari sunmaktadir. Bu açidan da özellikle sagduyusal deneyim
ve sagduyusal deneyim yargilarini tartismaya açmaktadirlar. Farkli ontolojik yaklasimlar içerisinde olagan gündelik deneyimimizin var kabul ettigi çesitli nesneler yoksayilmakta ya da sagduyusal olarak kabul edilmeyen varolanlar asil varolanlar olarak kabul
edilebilmektedir. Bu çalisma yer yer bu örnekler üzerinde durarak sagduyu-felsefe iliskisine odaklanmaktadir. Bu iliskiye dair iki
farkli görüs vardir. Bir görüs sagduyu deneyimini ve yargilarini yanlis olarak yorumlayip düzeltilmesini önerirken diger görüs
sagduyuya dayanan bir felsefi yaklasimin olanakli oldugunu iddia etmektedir. Bu çalismada öncelikle sagduyusal bir felsefi yaklasimin ne sekilde olanakli olduguna iliskin bir arastirma yapilmistir. Bu arastirma içinde Moore, Russell, Quine gibi filozoflarin
görüsleri üzerinden bir sagduyu felsefesinin olanagi ortaya konmaya çalisildi. Son olarak da böylesi bir yaklasimin/alternatifin
olumlu yanlari sergilenmistir. |
| Kapitalizme Teorik Yaklasimlar: Kapitalist Ekonomik Sistemin Temel Nitelikleri Üzerinden Karsilastirmali Bir Analiz | Author : Aylin Yonca Gençoglu | Abstract | Full Text | Abstract :16. yüzyilin ikinci yarisinda sömürgecilik faaliyetlerinin beraberinde getirdigi sermaye birikimi kapitalizm adiyla anilacak olan
yepyeni bir ekonomik sistemin dogusuna kaynaklik etmistir. Kapitalizm Bati Avrupa’da ortaya çikmistir. Ancak kisa süre içinde
tüm dünyayi etkisi altina almistir. Kapitalizmin degismeyen nitelikleri yogun sermaye birikimi ve kâr arayisi, yeni uluslararasi
pazarlarin, teknolojilerin, ürünlerin ve üretim örgütlenmelerinin insasi, bu süreçlerin yol açtigi kaygan ve belirsiz ekonomik zemin, görece güçlü devletlerin varligi ve beseri sermayedir. Bu makale kapitalizmin klasik teorisyenleri olan Adam Smith, David
Ricardo ve Karl Marx ile günümüzün en önemli teorisyenlerinden olan Immanuel Wallerstein’in kapitalizm teorilerinin, kapitalizmin dogusundan bu yana degismeyen temel nitelikleri üzerinden karsilastirmali bir analizini konu edinmektedir. Adam
Smith kapitalizm teorisinin temeline degismez bir insan dogasini, yani homoeconomicus’u koyar ve kapitalizmi emek deger teorisi
üzerinden açiklar. Benzer bir bakis açisini David Ricardo da benimser. Ancak onun emek deger teorisinde kâr oranlarindaki
düsme egilimi kaçinilmaz olarak kapitalizmin sonunu getirecektir. Marx da kapitalist toplumlari kendi emek deger teorisi üzerinden analiz eder. Ancak homoeconomicus’un yerine emegin ve insanin toplumsalligini ve tarihselligini koyar. Emek ve sermaye
arasindaki uzlasmaz çeliski kapitalizmin sonunu getirecektir. Wallerstein’a göre ise kapitalizmi kapitalizm yapan olgular sermaye
ve kârdir. Kapitalizm, sermayenin uluslararasi ekonomik iliskiler araciligiyla çevre ülkelerden merkeze aktarilmasi temelinde
isler. Adam Smith’e göre sermaye birikiminin ve refahin sinirsiz zenginlesmesi mümkündür. Ancak diger üç teorisyen açisindan
kapitalizmin gelecegi karanliktir.
|
|
|